Ana içeriğe atla

DNA’yı Onaran Enzimin Baskılayıcısı, İltihap Oluşumunu da Önleyebiliyor


İsveç Karolinska Enstitüsü bilimcileri liderliğinde, Texas Üniversitesi Tıp Bölümü, Uppsala Üniversitesi ve Stockholm Üniversitesi bilimcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen bir çalışma sonucunda, yeni bir eylem mekanizması olan bir anti-enflamatuar ilaç molekülü geliştirildi. İlgili makale Science dergisinde yayımlandı.
Karolinska Enstitüsü’nden Thomas Helleday şöyle anlatıyor: “Enflamasyonu baskılayan yeni bir ilaç molekülü geliştirdik. Hücrelerde enflamasyonun doğuş şekliyle ilgili genel bir mekanizma olduğunu düşündüğümüz bir proteinin üzerine etkiyor.”
Yapılan keşif, Helleday’ın grubunun bedende DNA’nın nasıl onarıldığına ilişkin yıllardır sürdürdüğü araştırmaların bir sonucu olarak gerçekleşti. Amaçlardan biri, tümör hücrelerinin DNA’sına hasar vererek, kanserle savaşmaktı. Çeşitli ilerlemeler zaten raporlanmıştı ve bunlar, başka şeylerin yanı sıra, PARP baskılayıcıları kullanılarak ırsi göğüs ve yumurtalık kanserinin yeni bir tedavisine olanak sağlamıştı.
Keşif, araştırmacıların DNA’daki oksijen hasarını onaran enzimi baskılamak için yeni bir molekül geliştirdiği sırada, enflamasyonu da baskıladığını fark ederek şaşırmalarıyla gerçekleşti. Anlaşıldı ki, OGG1 (8-oksoguanin DNA glikozilaz 1) enzimi DNA’yı onarmak dışında, enflamasyonu da tetikliyordu. Baskılayıcı ise TNF alfa gibi enflamatuar (iltihapa neden olan) proteinlerin salınımını bloke ediyor. Akut akciğer hastalığı olan fareler üzerinde yapılan deneylerde, araştırmacılar enflamasyonu baskılamayı başardı.
Helleday, bu keşif sayesinde çok ciddi bir rahatsızlık için yeni bir tedavi geliştirilebileceğini vurguluyor. OGG1 baskılayıcısını geliştireceklerini ve sepsis, COPD ve şiddetli astım gibi hastalıkları geçirmek ya da hafifletmek amacıyla enflamatuar hastalıkların yeni tedavilerini arayacaklarını ekliyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MS Tedavisi İçin Myelin Kılıfı Onaran Peptit Geliştirildi

MS yani multipl skleroz hastalığı nöronları koruyan miyelin kılıfa bağışıklık sisteminin saldırmasıyla oluşan ,elden ayaktan düşüren bir hastalıktır. Aynı elektrik kablolarının yalıtan plastikler gibi miyelin kılıflar zarar gördüğünde, beyin ve vücudumuz arasında iletişim sekmeye uğrar. Bu da motor fonksiyonlarda ve bilişsel kabiliyetlerde bozulmaya neden olur. İşte şimdi Melbourne Üniversitesi’nden bilim insanları miyelinin kendini onarmasını sağlayabilecek sentetik bir peptit geliştirdi. Bu sayede bu hastalığın gelişimi yavaşlatılabilir.  MS çok karmaşık bir hastalık olmakla beraber,diğer taraftan tedavilerin yöneldiği birkaç hedef var . Genelde MS tedavileri bağışıklık sisteminin miyeline karşı aşırı tepkisini kısa süreli durdurmak , çözüm yollarından biri. Yapılan çalışmalarda B hücrelerini yok etmek myeline toleransı iyileştirebilir ya da tümüyle bağışıklık sistemini yeniden başlatmak belki de başka bir çözüm olabilir. Diğer taraftan, miyelin kılıfı kök hücre ya ...

Örümcek ve Böceklerde Beden Bölümlenmesi Sağlayan Ortak Atasal Gen Belirlendi

Bilimciler, örümcek gelişimi sırasında bölümlenmeyi kontrol eden önemli bir geni belirledi. Bu bulgu,  böceklerdeki  bölümlenme kontrolü ile  örümceklerdeki  bölümlenme kontrolü arasındaki benzerliği de ortaya çıkardı. Örümcekler, böcek grubunda olmayıp, akrep, mayt, opalinid ve kenelerle birlikte “araknitler” yani “örümceğimsiler” topluluğunu oluşturur. Bu iki grup arasındaki evrimsel tarihçeye değinen araştırmanın ayrıntıları  eLife dergisinde yayımlandı. Yapılan çalışma,  Sox geni nin örümcekte ikilendiği (İng.  duplicated ) ve daha sonra, böceklerde hâlâ bölümlenmede kullanılan bir başka ilişkili Sox geninin işlevinin yerini aldığına işaret ediyor. Bu da, böylesine çeşitlilik sergileyen hayvanların beden yapılandırmalarında rol oynayan evrimsel gizlere yeni bir ışık tutuyor. Bölümlenme, eklembacaklıların temel bir gelişim süreci olup, farklı işlevlere sahip beden bölümlerinin oluşumunu sağlar. Böceklerde bu iki yolla gerçekleşir: Ya tüm bö...

Gözler Olmadan “Görmek”: Görsel Olmayan Fotoreseptörler

Biz insanlar, büyük oranda gözlerimizden gelen veriyi işlemeye dayalı canlılarız ve normal bir görüşe sahip olanlarımız, dış dünyayı deneyimleme biçimimizde gözlerimizin hayati önemde olduğunu düşünmektedir. Görme, ışık temelli algılamanın ilerlemiş bir formudur, yani ışığa hassasiyettir. Fakat, gündelik yaşamımızda, ışık temelli algılamanın diğer bazı gelişmemiş biçimlerini de deneyimleriz. Örneğin hepimiz, sıcak Güneş’in hazzını derimizde hissederken, burada ışığı değil, ısıyı bir algı olarak kullanırız ve bu algımız için hiçbir göz veya özel fotoreseptör hücresine ihtiyaç duymayız. Bilim insanları, son yıllarda, insanlar da dahil olmak üzere pek çok hayvan türünün, gözlerin dışında, beklenmedik yerlerde, ışığı saptayabilen özel moleküllere sahip olduğunu keşfettiler. Bu “göz dışı fotoreseptörler”, genellikle, merkezi sinir sisteminde veya deride ve aynı zamanda da iç organlarda da sıklıkla bulunabiliyor. Peki göz dışı yerlerde bulunan bu ışığa duyarlı moleküller ne ya...