Ana içeriğe atla

Biyofilmleri temizlemek için yeni yöntem “ Antimikrobiyal mikrorobotlar “

 Manyetik mikrorobotlar, dişin erişilmesi zor yüzeylerindeki biyofilmleri yok etmenin bir yolu olarak antibakteriyel ilaçlara bir alternatif olabilir.
Pennsylvania Üniversitesi'nden biyologlar, demir oksit nanoparçacıklarını içeren ve dönen bir manyetik alan aracılığıyla kontrol edilen mikrobotları tasarlamak için diş hekimleri ve mühendislerle işbirliği yaptılar.

Diş Hekimliği Fakültesi'nden Hyun Koo; “Biyofilmler için mevcut tedaviler etkisizdir, çünkü koruyucu matrisi eşzamanlı olarak parçalama, gömülü bakterileri öldürme ve biyolojik olarak parçalanmış ürünleri fiziksel olarak kaldırma kabiliyetleri yoktur. Bu robotlar, üçünü de aynı anda çok etkili bir şekilde yapabilir ve hiçbir biyofilm izi bırakmaz” dedi.

Ekip, en büyüğü 10 mm uzunluğunda ve 5 mm çapında olan iki tür mikro robot tasarladı ve test etti, en küçüğü dişin içine sığabilecek büyüklükte ( 1 mm ) idi.

Bunlardan ilki, biyofilmi “pulluk benzeri” bir biçimde çıkaran mıknatısların yönlendirebileceği bir çözelti içinde demir oksit nanoparçacıklarının askıya alınması yöntemidir. İkincisi nanoparçacıkların biyofilmleri yok etmek için kullanılan hidrojel kalıplarına gömülmesidir.

Mikrobotların, bakteriyel biyofilmleri, kök kanallar arasında dar bir koridor olan, isthmus'tan çıkarabileceği bulundu.

Koo, “Çalışmamız ilaca dirençli biyofilmlerin karşılaştığı diğer biyomedikal alanlar için önemlidir” dedi.

Çözümlerini klinik uygulamaya taşımak için araştırmacılar, yeni sağlık teknolojilerinin oluşturulmasını destekleyen Penn Sağlık, Cihazlar ve Teknoloji Merkezi'nden destek almaktadırlar.

Kaynak : Chemlife 24. sayı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dünyamız Nasıl Evrim Geçirdi?

Evrende ve dünyamızda hiçbir şey aynı biçimde kalmaz. Madde, galaksiler, yıldızlar, yıldız sistemleri, gezegenler ve gezegenlerin bileşenleri sürekli bir evrimleşme sürecinden geçer. Atmosfer de bunların dışında değildir elbette. Oksijensiz dönem  Yer’in oluşumu aşağı yukarı 4,5 milyar yıl öncesine denk düşer. Güneş sistemi ve gezegenlerin oluşumuna dönük yapılan çalışmalarda Yer’in ilk oluşum döneminde oldukça sıcak olduğu ve atmosferinin de bulunmadığı öne sürülür. Yer’in bu devri; çeşitli büyüklükte göktaşlarının çarpması ve volkanik faaliyetler soncunca karbon dioksit ve azot gazı gibi gazların serbest kaldığı, suyun buhar olarak atmosferde bulunma olasılığının olduğu bir dönemdir. Yer’in oluşum dönemini temsil eden bir görsel çalışma. Gökcisimlerinin çarpması ve volkanik faaliyetler nedeniyle yer yüzeyi şu anki halinden çok uzakta. Bu dönemde ilkel atmosfer oluşumun başladığı ileri sürülmektedir. Dev çarpışma hipotezi de bu dönem için öne sürülmüştür. Bu hipotezde; Yer’

DNA Molekülü Hücre İçinde Hangi Kılıklara Girer?

Genetik, terminolojik açıdan çok zengin, yani çok fazla terimin bulunduğu bir bilim dalı. Özellikle kromozomlar ve kromozom sayıları hakkında konuşurken, kafa karışıklığı yaşanabiliyor. Homolog kromozom nedir? İkilenmiş kromozom nedir? Kromatit neydi, kromatin neydi? DNA tüm bunların neresinde? Bu terimlerin tanımlarını ve birbirleri ile ilişkilerini oturtmak gerekiyor. Bu amaçla, işe hücre bölünmesini anımsayarak başlayalım. Hücreler Çoğalmak İçin Bölünür Hücre çevrimi sırasında, ökaryotik organizmaların bedensel (somatik; üreme ile ilgisiz) hücreleri büyür ve bölünür. Mitoz adı verilen bu süreçte, tek bir ebeveyn hücrenin yerini iki tane özdeş yavru hücre alır.  Üreme hücrelerini oluşturmak için izlenen yol olan mayoza bu yazıda girmeyeceğiz. DNA Kopyalanır Bir hücre bölünmeden önce, taşıdığı tüm DNA’nın (nükleik asit moleküllerinin) kopyasını yapmalıdır ki, yavru hücrelerin her ikisi de genetik bilginin tam birer kopyasına sahip olabilsin. Her bir tekil DNA molekülü bir k

Gözler Olmadan “Görmek”: Görsel Olmayan Fotoreseptörler

Biz insanlar, büyük oranda gözlerimizden gelen veriyi işlemeye dayalı canlılarız ve normal bir görüşe sahip olanlarımız, dış dünyayı deneyimleme biçimimizde gözlerimizin hayati önemde olduğunu düşünmektedir. Görme, ışık temelli algılamanın ilerlemiş bir formudur, yani ışığa hassasiyettir. Fakat, gündelik yaşamımızda, ışık temelli algılamanın diğer bazı gelişmemiş biçimlerini de deneyimleriz. Örneğin hepimiz, sıcak Güneş’in hazzını derimizde hissederken, burada ışığı değil, ısıyı bir algı olarak kullanırız ve bu algımız için hiçbir göz veya özel fotoreseptör hücresine ihtiyaç duymayız. Bilim insanları, son yıllarda, insanlar da dahil olmak üzere pek çok hayvan türünün, gözlerin dışında, beklenmedik yerlerde, ışığı saptayabilen özel moleküllere sahip olduğunu keşfettiler. Bu “göz dışı fotoreseptörler”, genellikle, merkezi sinir sisteminde veya deride ve aynı zamanda da iç organlarda da sıklıkla bulunabiliyor. Peki göz dışı yerlerde bulunan bu ışığa duyarlı moleküller ne yapıyo