Ana içeriğe atla

9 Ölümcül Virüs

MARBURG VİRUS

İlk kez 1967’de keşfedilen ve Almanya’da Uganda’dan ihraç edilen maymunların yol açtığı küçük bir salgına sebep olmuştur. Ebola ile benzer olan Marburg Virüs kanamalı ateşe sebep olur, organ yetmezliği ile seyreder ve ölümcüldür.

EBOLA


1976’da Sudan ve Kongo’da aynı anda meydana gelen bir salgından sorumludur ve bugün hala popüleritesini korumaktadır. Kan ya da vücut sıvıları ile bulaşmaktadır. Bunun yanı sıra enfekte hayvanların da insanlara virüsü bulaştırdığı düşünülmekte fakat tam mekanizma hala bilinmemektedir. 2014’de Batı Afrika’da meydana gelen, en büyük salgındır.

KUDUZ


1920’lerde kuduz aşısının bulunması ile virüs dünya çapında neredeyse yok denecek kadar azdır. Ama Hindistan ve Afrika’da hala ciddi problemlere sebep olabilmektedir. Beyine ciddi hasar vermektedir. Fakat kuduz bir canlı tarafından ısırılan bir insan, aşı olmadığı taktirde, ölüm oranı %100’dür.

HIV 


Modern dünyanın ölümcül virüslerinden biri olmaya adaydır. Halihazırda geliştirilmiş bir antiviral veya aşının bulunmaması günümüzün karadeliklerinden birisidir. İlk kez keşfedildiği 1980’lerden bu yana yaklaşık 36 milyon kişinin ölmesine sebep olmuştur. Günümüz koşullarında geliştirilen antiviral ilaçlar ile HIV-pozitif bir insanın yıllarca yaşaması mümkündür. Fakat ne yazık ki Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre Afrika’da her 20 yetişkinden biri HIV-pozitiftir ve bu bölgede ölüm oranı da bir hayli yüksektir.

ÇİÇEK VİRÜSÜ


1980 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından, tüm dünyada çiçek virüsünün görülmediği açıklanmıştır. 80’ler öncesinde ise binlerce yıl boyunca, enfekte olan her 3 kişiden biri ölmüştür. Sağ kalanlar da ise derin, kalıcı yara izleri ve sıklıkla körlük görülmekteydi.

HANTA VİRÜS



Hantavirüs 1993’te Amerika’da genç bir kızılderiliden ilk kez izole edimiş ve solunum yetmezliğine bağlı olarak ölüm gerçekleşmiş. Daha sonra bir tür fare olan Peromycus ile aynı evi paylaşan ev sahibinden de hastalık izole edilmiş. Şansa bakın ki bu fare türü Hantavirüs başta olmak üzere, Lyme ve Babezyoz hastalıklarının da taşıyıcısıdır. 1993’de 600 den fazla insanın Hantavirüs ile enfekte olduğu saptanmış ve hastalığa yakalananların %36’sı ne yazıkki yaşamını yitirmiştir. Virüs insandan insana geçmemektedir, enfekte farenin vücut sıvıları ile bulaşmaktadır.

INFLUENZA


Geldik insanlar tarafından çok fazla hafife alınan fakat bir grip sezonunda 500.000 den fazla insanın öldüğü Dünya Sağlık Örgütü tarafından açıklanmıştır. En ciddi pandemiye sebep olan İspanyol gribi (spanish flu)  1918’de 50 milyon insanı etkilemişti. Geçtiğimiz yıllarda ise kuş gribi, domuz gribi gibi farklı alt türler ile gün yüzüne çıkmış olan bu eski virüs, insanlığa yenilmez olduğunu dönem dönem hatırlatmaktadır.

DANG/DENG VİRÜS (DENGUE VIRUS)


1950’li yıllarda Filipinler ve Tayland’da görülmüş be hızlıca tropik ve subtropik bölgelere yayılmıştır. Dünya sağlık örgütü yılda 50-100 milyon insanın hastalığa yakalandığını bildirmiş. Şiddetli vücut ağrısına sebep olması kırık kemik humması olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Bazı alt türlerinin kanamalı ateş ile birlikte seyretmesi Ebola benzeri hastalık olarak anılmasına neden olmuştur. Fakat ebolanın taşıyıcısı hala gizemini korumakta iken Deng virüste sivrisineklerin taşıyıcı olduğu kanıtlanmıştır. Henüz geliştirilmiş bir aşısı yoktur fakat  bir Fransız ilaç şirketi aşı ile ilgili çalışmalarının umut verici olduğunu belirtmiş.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dünyamız Nasıl Evrim Geçirdi?

Evrende ve dünyamızda hiçbir şey aynı biçimde kalmaz. Madde, galaksiler, yıldızlar, yıldız sistemleri, gezegenler ve gezegenlerin bileşenleri sürekli bir evrimleşme sürecinden geçer. Atmosfer de bunların dışında değildir elbette. Oksijensiz dönem  Yer’in oluşumu aşağı yukarı 4,5 milyar yıl öncesine denk düşer. Güneş sistemi ve gezegenlerin oluşumuna dönük yapılan çalışmalarda Yer’in ilk oluşum döneminde oldukça sıcak olduğu ve atmosferinin de bulunmadığı öne sürülür. Yer’in bu devri; çeşitli büyüklükte göktaşlarının çarpması ve volkanik faaliyetler soncunca karbon dioksit ve azot gazı gibi gazların serbest kaldığı, suyun buhar olarak atmosferde bulunma olasılığının olduğu bir dönemdir. Yer’in oluşum dönemini temsil eden bir görsel çalışma. Gökcisimlerinin çarpması ve volkanik faaliyetler nedeniyle yer yüzeyi şu anki halinden çok uzakta. Bu dönemde ilkel atmosfer oluşumun başladığı ileri sürülmektedir. Dev çarpışma hipotezi de bu dönem için öne sürülmüştür. Bu hipotezde; Yer’

DNA Molekülü Hücre İçinde Hangi Kılıklara Girer?

Genetik, terminolojik açıdan çok zengin, yani çok fazla terimin bulunduğu bir bilim dalı. Özellikle kromozomlar ve kromozom sayıları hakkında konuşurken, kafa karışıklığı yaşanabiliyor. Homolog kromozom nedir? İkilenmiş kromozom nedir? Kromatit neydi, kromatin neydi? DNA tüm bunların neresinde? Bu terimlerin tanımlarını ve birbirleri ile ilişkilerini oturtmak gerekiyor. Bu amaçla, işe hücre bölünmesini anımsayarak başlayalım. Hücreler Çoğalmak İçin Bölünür Hücre çevrimi sırasında, ökaryotik organizmaların bedensel (somatik; üreme ile ilgisiz) hücreleri büyür ve bölünür. Mitoz adı verilen bu süreçte, tek bir ebeveyn hücrenin yerini iki tane özdeş yavru hücre alır.  Üreme hücrelerini oluşturmak için izlenen yol olan mayoza bu yazıda girmeyeceğiz. DNA Kopyalanır Bir hücre bölünmeden önce, taşıdığı tüm DNA’nın (nükleik asit moleküllerinin) kopyasını yapmalıdır ki, yavru hücrelerin her ikisi de genetik bilginin tam birer kopyasına sahip olabilsin. Her bir tekil DNA molekülü bir k

Gözler Olmadan “Görmek”: Görsel Olmayan Fotoreseptörler

Biz insanlar, büyük oranda gözlerimizden gelen veriyi işlemeye dayalı canlılarız ve normal bir görüşe sahip olanlarımız, dış dünyayı deneyimleme biçimimizde gözlerimizin hayati önemde olduğunu düşünmektedir. Görme, ışık temelli algılamanın ilerlemiş bir formudur, yani ışığa hassasiyettir. Fakat, gündelik yaşamımızda, ışık temelli algılamanın diğer bazı gelişmemiş biçimlerini de deneyimleriz. Örneğin hepimiz, sıcak Güneş’in hazzını derimizde hissederken, burada ışığı değil, ısıyı bir algı olarak kullanırız ve bu algımız için hiçbir göz veya özel fotoreseptör hücresine ihtiyaç duymayız. Bilim insanları, son yıllarda, insanlar da dahil olmak üzere pek çok hayvan türünün, gözlerin dışında, beklenmedik yerlerde, ışığı saptayabilen özel moleküllere sahip olduğunu keşfettiler. Bu “göz dışı fotoreseptörler”, genellikle, merkezi sinir sisteminde veya deride ve aynı zamanda da iç organlarda da sıklıkla bulunabiliyor. Peki göz dışı yerlerde bulunan bu ışığa duyarlı moleküller ne yapıyo