Ana içeriğe atla

Neden Kan Gruplarına Sahibiz?


1900 yılında, Avustralyalı doktor Karl Landsteiner tarafından keşfedilen kan grupları, 1930 yılında Landsteiner’a Nobel Ödülü’nü getirdi. O günden beri de, bilim insanları kan gruplarının biyolojisine dair daha derinlemesine incelemeleri mümkün kılan çok daha güçlü araçlar geliştirdi. Yapılan araştırmalar neticesinde, kan grupları hakkında çok daha ilginç bulgulara, örneğin; soy takibi, kan gruplarının sağlığımız üzerindeki etkileri gibi çeşitli ipuçlarına ulaşıldı. Ancak bir yandan da kan gruplarına dair çözümüne hala erişemediğimiz bazı gizemler de varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Öte yandan, modern tıp sayesinde başarabildiğimiz ve hayat kurtardığımız pek çok gelişme tarihin büyük bir çoğunluğunda neredeyse bir hayal düzeyindeydi. Rönesans doktorları, hastalarının damarlarına kan aktarımı yapıldığında neler olacağını merak etmiş, bazı doktorlar bunun pek çok hastalığın, hatta mental rahatsızlıkların bile tedavisi olabileceğini düşünüyordu. Nihayet, 1600lü yıllarda, birkaç doktor bu fikri test etmiş ve ne yazık ki korkunç sonuçlara yol açmıştır.
Fransız bir doktor, bir buzağının kanını, ağır biyolojik ve fizyolojik belirtiler göstermeye başlayan bir akıl hastasına aktarmış ve birkaç kan aktarımın ardından hasta hayatını kaybetmiştir. Bütün bu kötü deneyimler neticesinde, kan aktarımı devam eden 150 yıl boyunca kötü bir üne sahip oldu. 19. Yüzyıl’a gelindiğinde, yalnızca bir kaç doktor prosedürü tekrar denemeyi tartışmaya başladı. Doğum sırasında bazı kadınların kanamadan kaynaklı hayatını kaybetmesinin ardından, 1817 yılında, İngiliz doktor James Blundell, “kader” gibi gösterilen bu durumu reddetti ve hastaların kan aktarımı (transfüzyon) ile kurtarılabilmesinin oldukça muhtemel olduğunu ileri sürdü.
Blundell ilk olarak, insan hastalara yalnızca insan kanı aktarılabileceğine karar verdi. Ancak, o güne kadar hiç kimse böylesi bir kan aktarımını denememişti. Yılmayan ve karamsarlığa kapılmayan Blundell, sağlıklı donörden hastaya kan akışını sağlayacak huniler, şırınga ve tüpler tasarlayarak bu aktarımı yapmaya karar verdi. Tasarlanan aparatın köpeklerde test edilmesini ardından, Blundell, ölümcül bir kanama geçiren bir hastayı tedaviye aldı. Hastanın yaşaması için tek şans; kan aktarımın gerçekleştirilmesiydi. Birkaç donör, Blundell’e 400 ml kan bağışında bulundu. Koldan gerçekleşen kan naklinin ardından hasta, daha iyi hissettiğini söylemiş, ancak iki gün sonra hayatını kaybetmiştir.
Başarısız bir denemenin ardından bile Blundell kan transfüzyonunun insanlık için müthiş faydaları olacağı konusunda kendisini ikna etmiş, ilerleyen yıllarda da farklı hastalarda kan aktarım prosedürünü sürdürmüştür. Toplamda 10 başarılı kan aktarımından yalnızca 4 hasta hayatta kalmayı başarmıştır.
Her ne kadar diğer bazı doktorlar da aynı prosedürü sürdürüyor olsa da, aynı üzücü sonuç onların çalışmalarında da kendisini gösteriyordu. 1870’lerde transfüzyonlarda süt kullanmaya yönelik (başarısız ve tehlikeli) girişimler de dahil olmak üzere çeşitli yaklaşımlar denendi. Blundell, insanlara yalnızca insan kanı aktarılmalı iddiasında tamamen haklıydı. Fakat, ne var ki; kan hakkında başka bir önemli gerçeğin farkında değildi: İnsanlar yalnızca belirli bazı insanlardan kan alabilir. Blundell’in kaçırdığı bu basit gerçeklik, bazı hastalarını ölümüne neden olmuştur.
Bu ölümleri daha trajik yapan ise, basit bir prosedürün sonucu olarak birkaç on yıl sonra keşfedilen kan gruplarıdır.
19. Yüzyıl’ın başlarında yapılan transfüzyonların neden başarısız olduğuna dair ilk ipuçları, kan gruplarına işaret ediyordu. 1800’lerin sonunda, bilim insanları farklı insanlardan alınan kanları test tüplerinde karıştırdığında, kırmızı kan hücrelerinin bazı denemelerde birbirine yapıştığını fark etti. Fakat, alınan kanlar genelde hasta bireylerden alındığı için, bilim insanları bu durumun araştırmaya değmeyecek bir patoloji olduğunu düşündü.
Hiç kimse sağlıklı insanların kanının karışmasıyla neler olabileceğiyle uğraşmadı, ta ki Karl Landsteiner‘e kadar. Landsteiner, sağlıklı kişilerden alınan kanların karışımında da bu gruplaşmaların olduğunu gözlemledi. Kendisi de dahil olmak üzere laboratuvarındaki herkesten kan toplayan Landsteiner, bu kümelenme örgüsünü daha yakından incelemeye başladı. Her örneğin kırmızı kan hücresi ve plazma şeklinde ayrılmasının ardından, kanın plazma bölümü bir başka insanın hücreleriyle birleştirildi.
Landsteiner, kümeleşmenin ancak ve ancak belirli bazı insanların kanlarının karışması sonucu meydana geldiğini gözlemledi. Bütün kombinasyonlarla yapılan çalışmalar neticesinde, örnekler üç gruba ayrıldı ve Landsteiner bu gruplara rastgele bir biçimde A,B ve C isimlerini verdi. İlerleyen yıllarda, C ismi 0 şeklinde değiştirildi ve birkaç yıl sonra da diğer araştırmacılar AB grubunu keşfetti.
20. Yüzyıl’ın ortalarında, Amerikalı araştırmacı Philip Levine, Rh kan faktörüne sahip olup olmadığına göre kan kategorisi belirlemenin başka bir yolunu keşfetti. Landsteiner’ın verdiği harf isimlendirmelerinin sonundaki “+” ve “-” işareti de (örneğin; A-, B+ gibi) kişinin Rh faktörüne sahip olup olmadığını gösteriyordu. Landsteiner, farklı insanlardan alınan kanları bir araya getirdiğinde, belirli kuralların takip edildiğini keşfetti. A grubundaki plazma, A grubundaki başka bir kişinin kırmızı kan hücreleriyle (alyuvarlar) karıştırıldığında, plazma ve hücrelerin sıvı halini koruduğu gözlemlendi. Aynı kural, B grubuna ait plazma ve kırmızı kan hücreleri üzerinde uygulandı. Fakat, A grubundaki plazma ile B grubundaki kan hücreleri karıştırıldığında, hücreler kümelenme davranışı gösterdi. 0 grubu için ise durum daha farklıydı. Landsteiner, A ya da B grubu kırmızı kan hücrelerini, 0 grubu plazması ile karıştırdığında, hücreler kümelenme davranışı gösterirken, 0 grubu kırmızı kan hücrelerine A ya da B plazması eklendiğinde herhangi bir kümelenme gözlemlenmedi.
Kan transfüzyonunu potansiyel olarak tehlikeli yapan da bu kümelenmelerdir. Eğer ki bir doktor, A kan grubuna sahip bir kişiye B grubu kan enjekte ederse, bu durum kan enjekte edilen kişinin vücudunda pıhtılaşmalara neden olur. Bu pıhtılaşmalar, kişinin kan akışını kesintiye uğratabilir, kanamalara yol açabilir, soluk alış-verişini güçleştirir ve ölümü muhtemel hale getirir. Fakat, aynı kan grubu veya 0 grubu kan aktarımı gerçekleşirse, bu riskler ortadan kalkar.
Landsteiner, bir kan grubunu diğerinden tam olarak neyin ayırdığı bilmiyordu. İlerleyen yıllarda, bilim insanları her kan grubunda bulunan kırmızı kan hücrelerinin (alyuvar) yüzeyinde farklı moleküller bulundurduğunu keşfetti.
                    
Örneğin, A grubu kanda, hücreler bu molekülleri tıpkı bir evin iki katı gibi iki aşamada üretiyor. İlk kat, H antijeni olarak isimlendiriliyor, birinci katın üstünde ise hücreler, ikinci katı yani A antijenini oluşturuyor.
Öte yandan, B kan grubuna sahip insanlarda ise,  evin ikinci katı farklı bir şekilde inşa ediliyor. Ve 0 grubu kana sahip insanlarda ise, bu yapı tek katlı müstakil bir ev gibidir. 0 kan grubuna sahip insanlar yalnızca H antijeni üretirler ve üzerine başka bir kat atmazlar. Her bireyin bağışıklık sistemi, kendi kan grubuna aşinadır. Eğer bir kişiye yanlış kan grubuna sahip bir kan transfüzyonu yapılırsa, kişinin bağışıklık sistemi, dışarıdan alınan kanı bir istilacı olarak görür ve hızlı bir atakla saldırı tepkisi verir.
Bu kuralın geçerli olmadığı kan grubu tipi ise 0 kan grubudur. 0 kan grubu, sadece diğer kan gruplarının içerdiği H antijenini içerir. A ya da B kan grubuna sahip bir insana, 0 kan grubu kan verilirse, bağışıklık sistemi bu duruma büyük bir tepki oluşturmaz. Bu yüzden 0 kan grubu evrensel olarak genel kan verici olarak tanımlanır ve kan merkezleri için en değerli kan grubudur. Landsteiner, bu deneylerini kısa bir makale ile 1900 yılında yayımlamıştır. Landsteiner’ın bu çalışmaları, güvenli ve büyük ölçekli kan nakillerine yol açtı, hatta bugün bile kan gruplarını belirlemede Landsteiner’ın kullandığı bu temel yöntem kullanılmaya devam ediyor.
Fakat, Landsteiner eski bir soruya cevap verirken yeni soruların da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kan grupları ne için vardır? Kırmızı kan hücreleri neden kendi moleküler evlerini inşa etmekle uğraşıyor? Ve insanlar neden farklı “evlere” sahipler?
Bu sorulara katı bilimsel cevaplar vermek zordur. Ve tabi ki bu süre içerisinde de, bilimsel olmayan son derece saçma bazı “açıklamalar” da popülerlik yakalamıştır.
1996 yılında, Peter D’Adamo isimli bir natüropat, “Eat Right 4 Your Type” isimli bir kitap yayımladı. D’Adamo, bu kitapta, evrimsel mirasımızla bir uyum yakalamak için kan grubumuza göre beslenmemiz gerektiğini ileri sürdü. D’Adamo’ya göre, kan grupları, insan gelişimi için kritik noktalara ulaşmış durumda.
0 kan grubunun; Afrika’daki avcı-toplayıcı atalarımızda ortaya çıktığını iddia eden D’Adamo, A kan grubununun; tarımın gelişmesiyle, B kan grubunun; Himalaya’larda 10.000 ile 15.000 yıl önce geliştiğini ve AB kan grubunun ise; A ve B gruplarının bir karışımı olarak daha modern zamanlarda ortaya çıktığını ileri sürüyor. Bu varsayımlardan yola çıkarak da, D’Adamo, kan gruplarımızın ne yememiz gerektiğini belirlediğini iddia etti. Örneğin, 0 kan grubuna sahip bir kişi, D’Adamo’ya göre etle beslenmelidir. D’Adamo’nun bu beslenme kitabı, bilimsel hiçbir temeli olmamasına rağmen 7 milyon satmış ve 60 dile çevrilmiştir.
1900 yılında Landsteiner’ın insan kan gruplarını keşfinin ardından diğer bilim insanları hayvanların da farklı kan gruplarına sahip olup olmadığını merak etti. Bu çalışmalarda, bazı primat türlerinin, belirli insan kan gruplarıyla karışık kana sahip olduğu ortaya çıktı. Ancak, bir maymunun kanıyla, A kan grubuna sahip bir insanın kanının kümelenme yapmamış olması, maymun ve bu insanın ortak bir atadan bu kan grubu genini taşıdığı anlamına gelmiyor. A kan grubu birden fazla kez evrimleşmiş olabilir.
Belirsiz yavaş yavaş çözülmeye başlanmış, 1900’lerin başlarında bilim insanlarının kan gruplarının moleküler biyolojisini çözmesiyle, kan grubu “evinin” ikinci katını inşa etmeden sorumlu AB0 isimli tek bir gen olduğu bulgusuna ulaştı. Genin A versiyonu, B versiyonundan bir kaç kilit mutasyon ile farklılaşmış durumda. 0 kan grubuna sahip insanlarda ise AB0 geni, A ve B antijenlerinin üretiminde görev alan enzimlerin çalışmasını engelleyen mutasyonlar geçirmiş.
Bilim insanları artık, insanlardaki AB0 genini diğer türlerle karşılaştırmaya başlayabilirdi. Laure Ségurel ve Paris’teki Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’ndeki meslektaşları, primatlarda AB0 genlerinin araştırılmasına yönelik bugüne kadar ki en büyük çalışmaya öncülük ettiler.
          
Yapılan çalışmalarda, araştırmacılar, kan gruplarımızın son derece eski olduğu bulgusuna ulaştı. Şebek maymunları ve insanların, hem A hem de B kan grubu tipleri için değişkenlere sahip olduğu görüldü ve bu değişkenlerin 20 milyon yıl önce yaşamış ortak bir atadan gelmiş olmasının muhtemel olduğu anlaşıldı.
Yaşayan en yakın akrabalarımız şempanzeler, yalnızca A ve 0 kan grubu tiplerine sahip. Öte yandan, goriller yalnızca B kan grubuna sahip. Bazı durumlarda, mutasyonlar AB0 genini değiştirerek A grubunun B grubuna dönüştürmüş. Hatta insanlarda, kan grubu “evinde”, AB0 proteininin evin ikinci bir katının inşa etmesini engelleyen mutasyonlar geçirdiği gözlemlenmiştir. Bu mutasyonlar, A ya da B kan gruplarını 0 grubuna dönüştürmüştür.

Bombay Fenotipi

Kan gruplarının faydalarına dair cehaletimizin en çarpıcı örneği, 1952’de Bombay’da aydınlığa kavuştu. Doktorlar, az sayıdaki hastada AB0 kan gruplarının hiçbirine (ne A, ne B, ne AB ne de 0 grubu) sahip olmadıklarını keşfetti. Eğer ki A ve B kan grubu iki katlı bir ev gibi ve 0 grubu tek katlı bir müstakil ev ise, Bombay’daki bu hastaların yalnızca boş bir “arsaları” vardı. Bombay fenotipi olarak isimlendirilen bu durum, diğer bazı insanlarda da görüldü ancak oldukça sınırlı sayıdaydı. Bilim insanları bu durumun herhangi bir zararı olmadığını söylüyor. Bu vakanın bilinen tek medikal riski, kan transfüzyonu gerektiğinde ortaya çıkıyor. Bombay fenotipine sahip insanlar yalnızca kendileriyle aynı vakaya sahip insanlardan kan alabilirler. Genel verici olarak bilinen 0 kan grubu dahi bu insanların ölümüne neden olabilir. Esasında Bombay fenotipi, AB0 kan gruplarına sahip olmanın hayati bir durum olmadığını gösteriyor. Ancak, bazı kan grupları bizi farklı hastalıklardan koruyor olabilir.
20. Yüzyıl’ın ortalarında bilim insanları ilk kez kan grupları ile farklı hastalıklar arasında bir bağlantı olduğunu fark etmeye başladı ve bu liste giderek büyüdü. Örneğin; A kan grubunun, kanserin bazı tipleri (pankreas kanseri ve kan kanserinin bazı formları)  için daha yüksek bir risk grubu içerisinde olduğu ileri sürülüyor. Öte yandan, 0 kan grubu insanlarında, ülsere yakalanma riski ve Aşil tendonu kopmaları daha muhtemel. Ancak kan grupları ve hastalıklar arasındaki gizemli bağlantının büyük bir kısmı gizemini korumaya devam ediyor.
Çeşitli bazı işaretlere sahip olsak da, keşfinin üzerinden neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen kan gruplarının neden var olduğu hakkında tam donanımlı bir bilgiye henüz sahip değiliz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DNA Molekülü Hücre İçinde Hangi Kılıklara Girer?

Genetik, terminolojik açıdan çok zengin, yani çok fazla terimin bulunduğu bir bilim dalı. Özellikle kromozomlar ve kromozom sayıları hakkında konuşurken, kafa karışıklığı yaşanabiliyor. Homolog kromozom nedir? İkilenmiş kromozom nedir? Kromatit neydi, kromatin neydi? DNA tüm bunların neresinde? Bu terimlerin tanımlarını ve birbirleri ile ilişkilerini oturtmak gerekiyor. Bu amaçla, işe hücre bölünmesini anımsayarak başlayalım. Hücreler Çoğalmak İçin Bölünür Hücre çevrimi sırasında, ökaryotik organizmaların bedensel (somatik; üreme ile ilgisiz) hücreleri büyür ve bölünür. Mitoz adı verilen bu süreçte, tek bir ebeveyn hücrenin yerini iki tane özdeş yavru hücre alır.  Üreme hücrelerini oluşturmak için izlenen yol olan mayoza bu yazıda girmeyeceğiz. DNA Kopyalanır Bir hücre bölünmeden önce, taşıdığı tüm DNA’nın (nükleik asit moleküllerinin) kopyasını yapmalıdır ki, yavru hücrelerin her ikisi de genetik bilginin tam birer kopyasına sahip olabilsin. Her bir tekil DNA molekülü bir k

Dünyamız Nasıl Evrim Geçirdi?

Evrende ve dünyamızda hiçbir şey aynı biçimde kalmaz. Madde, galaksiler, yıldızlar, yıldız sistemleri, gezegenler ve gezegenlerin bileşenleri sürekli bir evrimleşme sürecinden geçer. Atmosfer de bunların dışında değildir elbette. Oksijensiz dönem  Yer’in oluşumu aşağı yukarı 4,5 milyar yıl öncesine denk düşer. Güneş sistemi ve gezegenlerin oluşumuna dönük yapılan çalışmalarda Yer’in ilk oluşum döneminde oldukça sıcak olduğu ve atmosferinin de bulunmadığı öne sürülür. Yer’in bu devri; çeşitli büyüklükte göktaşlarının çarpması ve volkanik faaliyetler soncunca karbon dioksit ve azot gazı gibi gazların serbest kaldığı, suyun buhar olarak atmosferde bulunma olasılığının olduğu bir dönemdir. Yer’in oluşum dönemini temsil eden bir görsel çalışma. Gökcisimlerinin çarpması ve volkanik faaliyetler nedeniyle yer yüzeyi şu anki halinden çok uzakta. Bu dönemde ilkel atmosfer oluşumun başladığı ileri sürülmektedir. Dev çarpışma hipotezi de bu dönem için öne sürülmüştür. Bu hipotezde; Yer’

Çölde Havadan Su Toplayan Cihaz

Yeterince yağış almayan ya da iklim değişikliği nedeniyle gitgide kuraklaşan bölgelerde susuzluk sorununa karşı yerel ve ucuz çözümler geliştirilmesi çok önemli. Son yıllarda yeni nesil teknolojilerden yararlanılarak atmosferdeki su buharından su elde etmeye yarayan çeşitli sistemler üzerinde çalışılıyor. Yine bu amaçla geliştirilen yeni bir cihazla çölde sadece güneş ışığı kullanılarak içilebilir su elde edilebiliyor. Daha önce atmosferden az enerjiyle su toplamak üzere geliştirilen cihazları, nispi nem oranı %50’nin altında olan yerlerde çalıştırmakta hayli güçlük çekiliyordu. Yeni cihaz ise özel bir malzeme sayesinde nispi nem oranı %20 gibi düşük bir seviyede olan yerlerde bile havadan  su toplayabiliyor. Nispi nem fazla olduğunda havadaki suyu toplamak kolay ancak nemli yerlerde de zaten su sıkıntısı yaşanmıyor. Silika jeller gibi süngersi malze