Ana içeriğe atla

Omurilik Felci İçin 3D Yazıcı İle Kök Hücre Basıldı

Omurilik yaralanmaları aynı bir şehre elektrik veren elektrik hatlarının kesilerek sistemin çökmesine benziyor. Minnesota Üniversitesi’nden bilim insanları omurilikteki sinir bağlantılarını yeniden kurabilecek bir cihaz tasarladı. Silikon bir kılavuz 3D baskılı nöronal kök hücreyle kaplandı. Bu implant hasarlı bölgeye ekilerek, geri kalan sinirler arasında yeniden bağlantıların oluşturulmasını sağlıyor ve hastaların yeniden motor kontrollerini kazanmasını sağlıyor.

Hasarlı spinal kordun iyileşmesi oldukça zor olsa da, halen geliştirilen tedaviler var. Gen terapisi yaralı dokunun parçalanarak, yeni sinir hücreleri üretmesini sağlayabilir. 
Diğer taraftan , yaralanma bölgesine sinyalleri iletecek bilgisayar sistemleri ve cihazlar kurulabilir. 

Yeni tedavi ise bu iki yaklaşımın birleşimi olabilir. Minnesota ekibi indükte pluripotent kök hücreleri toplayarak başladı. Bu hücreler deri ve kandan alınan yetişkin kök hücreleri. 
Nöronsal kök hücreleri biyo mühendislikle bir kez tasarlandı mı, bunları biyo 3D yazıcılara silikon iskelet ve nöronal kök hücre katmanları haline getirmek mümkün olabiliyor.   

Bu cihaz omurilik yaralanmasının yerinde implante edilebilir, burada kılavuz yeni sinirler oluşturacak şekilde kök hücreleri besler ve her iki taraftada da hasar görmeyen hücreleri bağlayacak. 


Bu çalışma gerçekten çok zor ,çünkü nöronal kök hücrelerin 3D basmak ve onları canlı ve olumlu tutmak uğraştırıcı. Araştırmacılar bu çalışmada basılan hücrelerin % 75’ini canlı tuttular ve sonrasında bu hücreleri sağlıklı nöronlara çevirebildiler. 

Henüz hasta testleri  ya da hayvan testleri yapılmasa da, laboratuar testlerinde nöronların silikon kılavuz kanalları boyunca büyüdüğü ve aktif hale geldiği gösterildi. Tüm iyileşme sağlandığında, hastalar tekrardan normal yürüyebilir ama bu aşamada henüz aya gitmek kadar uzakta. Fakat bu tedavi ile hastalar yeniden önemli ölçüde fonksiyon kazanabilir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dünyamız Nasıl Evrim Geçirdi?

Evrende ve dünyamızda hiçbir şey aynı biçimde kalmaz. Madde, galaksiler, yıldızlar, yıldız sistemleri, gezegenler ve gezegenlerin bileşenleri sürekli bir evrimleşme sürecinden geçer. Atmosfer de bunların dışında değildir elbette. Oksijensiz dönem  Yer’in oluşumu aşağı yukarı 4,5 milyar yıl öncesine denk düşer. Güneş sistemi ve gezegenlerin oluşumuna dönük yapılan çalışmalarda Yer’in ilk oluşum döneminde oldukça sıcak olduğu ve atmosferinin de bulunmadığı öne sürülür. Yer’in bu devri; çeşitli büyüklükte göktaşlarının çarpması ve volkanik faaliyetler soncunca karbon dioksit ve azot gazı gibi gazların serbest kaldığı, suyun buhar olarak atmosferde bulunma olasılığının olduğu bir dönemdir. Yer’in oluşum dönemini temsil eden bir görsel çalışma. Gökcisimlerinin çarpması ve volkanik faaliyetler nedeniyle yer yüzeyi şu anki halinden çok uzakta. Bu dönemde ilkel atmosfer oluşumun başladığı ileri sürülmektedir. Dev çarpışma hipotezi de bu dönem için öne sürülmüştür. Bu hipotezde; Yer’

DNA Molekülü Hücre İçinde Hangi Kılıklara Girer?

Genetik, terminolojik açıdan çok zengin, yani çok fazla terimin bulunduğu bir bilim dalı. Özellikle kromozomlar ve kromozom sayıları hakkında konuşurken, kafa karışıklığı yaşanabiliyor. Homolog kromozom nedir? İkilenmiş kromozom nedir? Kromatit neydi, kromatin neydi? DNA tüm bunların neresinde? Bu terimlerin tanımlarını ve birbirleri ile ilişkilerini oturtmak gerekiyor. Bu amaçla, işe hücre bölünmesini anımsayarak başlayalım. Hücreler Çoğalmak İçin Bölünür Hücre çevrimi sırasında, ökaryotik organizmaların bedensel (somatik; üreme ile ilgisiz) hücreleri büyür ve bölünür. Mitoz adı verilen bu süreçte, tek bir ebeveyn hücrenin yerini iki tane özdeş yavru hücre alır.  Üreme hücrelerini oluşturmak için izlenen yol olan mayoza bu yazıda girmeyeceğiz. DNA Kopyalanır Bir hücre bölünmeden önce, taşıdığı tüm DNA’nın (nükleik asit moleküllerinin) kopyasını yapmalıdır ki, yavru hücrelerin her ikisi de genetik bilginin tam birer kopyasına sahip olabilsin. Her bir tekil DNA molekülü bir k

Gözler Olmadan “Görmek”: Görsel Olmayan Fotoreseptörler

Biz insanlar, büyük oranda gözlerimizden gelen veriyi işlemeye dayalı canlılarız ve normal bir görüşe sahip olanlarımız, dış dünyayı deneyimleme biçimimizde gözlerimizin hayati önemde olduğunu düşünmektedir. Görme, ışık temelli algılamanın ilerlemiş bir formudur, yani ışığa hassasiyettir. Fakat, gündelik yaşamımızda, ışık temelli algılamanın diğer bazı gelişmemiş biçimlerini de deneyimleriz. Örneğin hepimiz, sıcak Güneş’in hazzını derimizde hissederken, burada ışığı değil, ısıyı bir algı olarak kullanırız ve bu algımız için hiçbir göz veya özel fotoreseptör hücresine ihtiyaç duymayız. Bilim insanları, son yıllarda, insanlar da dahil olmak üzere pek çok hayvan türünün, gözlerin dışında, beklenmedik yerlerde, ışığı saptayabilen özel moleküllere sahip olduğunu keşfettiler. Bu “göz dışı fotoreseptörler”, genellikle, merkezi sinir sisteminde veya deride ve aynı zamanda da iç organlarda da sıklıkla bulunabiliyor. Peki göz dışı yerlerde bulunan bu ışığa duyarlı moleküller ne yapıyo